Yazı:Adapa / İbrahim Özakman
Cumhuriyet Dönemi Türk şiiri içinde kendine has tarzı
ile şiirlerinde Doğu-Batı kültürünü tekrar yaşamış ve yeniden üretmiş bir şair
Asaf Halet Çelebi. Asıl adı Mehmet Ali Asaf
(1907 – 1958 / İstanbul) olan şair şiirlerinde Batı ve Doğu incelikleri
tek tek işlemiştir. Zamanının çok ötesindeki sesleri duyup onları benimser.
Tasavvuf kültürünü, Doğu felsefesini ve mitolojiyi tek bir vücutta harmanlar.
Dar ve kısa pantolonu, ceketinin yakasına iliştirdiği taze çiçekleri ile
döneminin mizah anlayışı üzerinde de etkili olmuştur. He (1942) , Lamelif
(1945), Om Mani Padme Hum (1953)
adlarındaki şiir kitaplarının dışında ölümünden kırk beş yıl sonra
yayınlanmamış olan şiirleri Bütün Şiirleri adı ile basılmıştır.
“Her insan yaşadığı dönemde kendi mekânını oluşturur.” çıkarımı
bir bakıma doğrudur. Bu mekân bir evi, odası veya yatağı olabilir. Bireyler
yaşadıkları olayları bu ortamlarla sembolleştirir. Bir ev; aile veya eş ile
anlamlandırılırken bir oda bazen sıcaklığın ve samimiyetin temsilcisi olabilir.
Bu anlamlar özneldir.
Asaf Halet Çelebi’nin Mağara adlı şiiri bir somut bir
mekân olan mağaranın soyuta dönüştüğü, sosyal hayatta yaşadığımız mekânlardan
ziyade bir iç mekân olarak kişisel mağaralarımızı anlatan şiiridir. Nasıl ki
her nesnenin dışına vuran ışıkla onun biçimini algılayarak üzerine fikirler
ürettiğimiz gibi insanın üzerine vuran
ışık da bizlere o insan hakkında “ilk görünenin” algısını vermektedir. Ancak
her insanın içinde – mağarasında – ne olup bittiğini bilmek biraz zordur. Asaf
Halet Çelebi kültür birikimiyle bu mağarayı bizlere sunmaktadır.
Mağara günümüz toplumu için “ilkel” olarak tanımlanan atalarımızın
barınma ve yeme-içme ihtiyaçlarını gidermek için ilk ortamdır. Aynı zamanda
doğada gördükleri canlıların – avlanma sahnelerinin ve el izleri de bunlara
dahildir – resmedilerek dünya sanatının başlangıç noktası olmuştur. Bu
yaklaşımla mağaraların birer somut ortam olarak hayatımıza girdiği ve önemli
bir yer olduğu ortaya çıkmaktadır. Sanatın ve kültürün doğduğu alan burasıdır.
Bu durumda her alanda “mağara” sembolü kullanılmıştır. Sanatın insan-doğa
ilişkisindeki birliği ile doğanın benzerini üretme; kültürün ise temel
ihtiyaçlarımıza cevaben ortaya çıkması mağaranın önemi için gerekli bir
açıklama olmaktadır.
Doğu – Batı kültür tarihinde mağara ötelenemeyecek bir
konumda yer alır. Öncelikle Doğu kültürü “mağara” kavramına bakıldığında ilâhî
bir ortam olarak görmekteyiz. Bir uyanışın, başkalaşımın mekânı olarak
karşımıza çıkmaktadır. Batı kültüründe ise Yunan felsefesinde Platon’un “mağara alegorisi” olarak okumaktayız.
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız “mağara”
kavramının ardından şiirin dili üzerine fikirlerimizi anlatmaya çalışabiliriz.
Asaf Halet Çelebi I. ağızdan kendi mağarasını anlatır.
Onun mağarasında kurumuş ölüler, haramîler, kitaplar vardır. İlk okunduğunda
birbiriyle anlam ilişkisi yönünden bir bağ kurulamayacak gibi görünen kavramlar
aslında her insanın kendi mağarasındaki karmaşıklığı ile benzerlik gösterebilir.
Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı tiyatro oyunun final
sahnesinde doktorun dediği gibi “İnsan ruhu hırdavat dükkânına benzer.” sözlüğü
bu karmaşıklığı destekler niteliktedir.
Ölüler ya gömülür ya da yakılır. Şiirde çürümüş ölüler
ya da yakılmış ölülerden bahsedilmez. Kurumuşlardır. Tıpkı çiçekler gibi.
Kurumak ya da (bir şeyi) kurutmak geçmiş zamanı, anıları, terk edilmişliği
anımsatmaktadır. Her insanın ölümü ile unutulması eş zamanlı değildir. Bazıları
sevdiklerinin onun adını zikretme sıklığı ile hâlâ yaşar, bazısı ölmeden önce
ölmüştür. Ancak kurumuş ölüler bu durumu biraz daha değiştirir ve bütün
zenginlikler içinde – zümrüt ve yakut yataklar içinde – yatmaktadır. Doğunun o
süslü saraylarındaki değerli taşlar içinde oturan hükümdarları, masalsı mekânlarını
hatırlatır sanki. Haramîler de masallarda karşımıza çıkan olumsuz, günümüz
kapitalizminin sembolüdür. Tabi burada Doğu masalları ve efsaneleri üzerinden
kelime tekrar işlenir. Ancak o mekânlar
ve zamanlar çoktan bitmiştir. İşte bu noktada Asaf Halet Çelebi’nin “o geçmiş
zamanın mekânlarını” kendi mağarasında tekrar yaşatmak istediği görülür.
Böylelikle kültürü tekrar canlandıracaktır.
Kitaplar doğayı, dünyayı ve evreni anlatan birer aracıdırlar. Bunların her biri aslında yaşanılan mekânı bize tekrar tekrar
anlatan şeylerdir. Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir /
Sen kendin bilmezsen / Ya nice okumaktır” sözleri kitaplarda aranan bilimin
aslında doğada ve onun bir parçası olan insanda bulunduğunu söyler. Aynı
zamanda Platon’un “mağara alegorisinde” de buna benzer bir nokta görmekteyiz. Alegoriye
göre bazı insanlar karanlık bir mağaraya zincirlenmişlerdir ve bu insanlar
başlarını sağa ve sola çeviremezler sadece karşılarındakini görebilmektelerdir.
Doğuştan beri bu mağarada bulunan insanlar mağaranın girişinden yansıyan
nesnelerin gölgelerini görür ve bunları gerçeklikleri olarak algılarlar.
Nihayet bir gün bu insanlardan bir tanesi zincirlerinden kurtulur ve mağarayı
terk eder. Mağarayı terk eden bu insan mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile
tanışır ve duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına
varır. Bunu mağaradaki arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner.
Mağaradaki arkadaşları ise mağaranın dışında farklı bir gerçeklik olduğuna
inanmazlar. Ve bu insanlara mağaranın dışındaki gerçekliği aktarabilmek de
imkansızdır. Bu açıdan mağara alegorisinde mağara içindeki görüntüler dış
dünyadaki gerçekliklerin birer yansımasıdır. Yansımalar tıpkı incelediğimiz
şiirdeki bir yığın kitapla benzerlik gösterir. Öncesinde de değindiğimiz gibi
kitaplarda doğada bulunan şeylerin birer yansıması aktarmasıdır.
“yığın kitap var”
ve hepsinin tasvirleri vardır. Tasvir görüneni resmetmektir. Bunlar doğanın
yansıması birer tablo halinde kitaplarda yer alırlar. Bu yaklaşımla Yunus’un ve
Platon’un yansımalar üzerine bir ortak düşüncesi olduğu söylenebilir.
Her birimizin kendi mağarasında buna benzer eşyalar ve
insanlar vardır. İnsanlık kendi mağarasında gördüklerini, yaşadıklarını,
sevdiklerini, yazdıklarını, okuduklarını, inandıklarını ve daha nicelerini
biriktirir. Bu biriktirmeler yaşanılan ortamdan damıtılan küçük küçük
parçalardır.
Çok çok iyi....
YanıtlaSil