Yazı: Arzu Bıçakçı
arzubicakci@hotmail.com
“Erkeğim ben, her şey olduğum için ve her
şeyi kabullendiğim için. Bu erkek yapar erkeği ve tehlikeden korur.”
Hades’in
ölüler mekânından çalınıyor kulağımıza bu sözler.
Antik
Yunan’dan günümüze kalan ve belki de tarihin en büyük savaşlarından birini,
Truva Savaşı’nı konu alıyor Troas. Oyun hem sahnede hem de metinde, savaş
üzerinden dünya tarihinin bir eleştirisini yapıyor aslında. Ve bunu, karşımıza
üç kuşaktan erkek çıkararak yapıyor. Kral, oğlu ve on yaşındaki torunu…
Bir
savaşa ve kanla karışık savaş meydanlarına erkekliğini de alıp gitmeyi anlatan
sayıklamalarla sürmekte oyun. “Savaşın başlangıç ve bitiş noktası yoktur.” Diyoruz izlerken ama dillerden
düşmeyen “erkekliği” de sorguluyoruz bir yandan.
Kadıköy
Theatron sahnesinde, Dimitris Dimitriadis’in yazdığı “Troas” oyununu Alexandra
Kazazou yönetmenliğiyle izliyoruz. Kerem Karaboğa, Salih Usta, Cem Yiğit Üzümoğlu
ve Ayça Güler oyunculuğuyla ölüler dünyası “hayat buluyor” sahnede.
Troas
için, deneysel bir oyun demek çok da yanlış olmayacaktır. Metninde yer alan
bilinçaltına seslenmeler şeklinde ilerleyen tekrarlar, sahnede de kendini
yineliyor. Böylece metindeki döngüsellik, savaşın döngüselliğine işaret etmiş
oluyor. Savaş ve erkekliği bir arada tartışıyor oyun ve metin. Savaşın,
erkekliği hem yok eden hem de var eden bir olgu olduğunu söylüyor bizlere.
Oyun
savaş seviciliğini eleştiriyor. Bunu yaparken de, özellikle dramatik bir
oyunculuk kullanmaktan kaçınıyor. Soyutlanmış bedenleri sahnede grostesk bir
anlatımla görüyoruz. “Erkeklik” ve “savaş” kavramları oyuncular tarafından
bedenselleştiriliyor.
Yıkım,
ölüm ve kötülüğü izliyoruz… Sahnede içi kanla dolu bir küvet var yalnızca.
Kostümler yalın, vücudu yarı çıplak bırakan birer kefenden oluşuyor. Erkekliği
savaşa benzeten, kanlı bir üniforma bir de… Tüm bunların üstüne yer yer
simsiyah olan sahne, kasvetli, ağır, savaş sesleriyle yoğrulmuş müzikler
ekleniyor… Sahnede oyuncular birbirlerine dönüşüyor zamanla, birbirine geçiyor.
Kimlikler karışıyor. Savaş meydanında kim, kimdi, bilemiyoruz. Gerçek kimlikler yok oluyor ve sadece ortak toplumsal “erkek” rollerini izliyoruz…
Kimlikler karışıyor. Savaş meydanında kim, kimdi, bilemiyoruz. Gerçek kimlikler yok oluyor ve sadece ortak toplumsal “erkek” rollerini izliyoruz…
Bu
karanlık, kanla kaplı ve kirli ölüler dünyasına, tertemiz bir başkaldırı olarak
gelen kız çocuğunu görüyoruz sonra. Savaşın artık “oyun” haline geldiği bu
dünyada, kanlı bir küvette oyun oynayan bir kız çocuğu… Ölüler dünyasında,
hayatı anlatan bir kız çocuğu… Uğruna yaşamaya devam edilmesi gereken bir
dünyanın olduğunu mu gösteriyor bizlere? Yoksa günümüz savaş dünyasının arada
kalan ve evlerine düşen mermi kovanlarından oyuncak yapan çocukları mı?
“Savaş
asla bitmez.” diyor Troas ve ekliyor: “On yaşındayım ve öyle kalacağım. Bir
dakika bile fazla değil. On yaşında. Beni öldürdükleri günkü gibi.” Böylece, bizi
aklımızda sorularla uğurluyor izleyici koltuğundan.
“Nasıl birer çocuk olurdu, öldürmeselerdi o
gencecik bedenleri?”